BU SESE KULAK VER
(Nereden geldim, Kime aitim)
Bir zaman, üç kıtaya, yedi iklime hükmeden büyük bir sultan varmış. Sultanın saltanat ve haşmeti dillere destanmış. Sultan mülkünde adaletle hükmeder, raiyyetinin hukukunu gözetirmiş.
Günlerden bir gün sultanın Yusuf gibi güzel bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş. Sultan bu bebeğin bakım ve muhafazası için özel hizmetçiler ve mürebbiler görevlendirmiş.
Saraydaki cariyelerden biri bu bebeği çok kıskanmış. Bebeği kaçırıp saraydan uzaklaştırmanın yolunu aramış, uygun bir fırsatı beklemiş.
Bir yaz günü, hizmetçiler kundaktaki beş aylık bebeği beşiği ile birlikte sarayın bahçesine çıkarmışlar. Bebek beşiğin içinde mışıl mışıl uyumaya başlamış. Ses çıkmasın, bebek rahat uyusun diye hizmetçiler etrafından dağılmış, bahçeyi terk etmişler. Bu sırada kötü ruhlu, kötü niyetli o cariye gizlice beşiğe yaklaşmış, kundağı kapmış, bebeği almış, kaçırmış.
Birkaç saat sonra, bahçeye inen hizmetçiler beşiği boş görünce şaşırıp kalmışlar. Hemen saray muhafızlarına haber vermişler. Saray muhafızları bebeği aramaya başlamışlar. Her yeri didik didik etmişler, fakat hiçbir yerde bebeğin izine rastlamamışlar.
Sultan bebeğin çalınmasına çok üzülmüş. Hırsızları bulup getirene büyük ödüller vereceğini ilan ettirmiş, Aramalar sıklaşmış ama bir netice alınamamış.
O kötü ruhlu cariye tanınmamak için kılık değiştirmiş. Çadırlarda hayat süren göçebelerin içinde yaşamaya başlamış. Gittiği yerlerde kendisini de falcı olarak tanıtmış. Birkaç ay geçtikten sonra bebeği bir göçebe ailesine 100 akçeye satmış.
Aradan yıllar geçmiş, bebek büyümüş, yakışıklı, güçlü, kuvvetli tığ gibi bir delikanlı olmuş.
Bu delikanlının nesebinden, anasından, babasından, atasından hiç haberi yokmuş. Kendisini göçebe bir ailenin bir ferdi olarak biliyormuş. Ailesi kıldan bir çadırda yaşıyormuş. Ailenin bütün servet ve devleti bir tek at, bir merkep, üç beş keçi, birkaç koyunmuş.
Günlerden bir gün, ehli velayet ve ehl-i kemal bir zat gencin yaşadığı beldeye misafir olarak gelmiş. Genci görmüş. Simasına bakmış, asil bir yüz, mütebessim bir çehre.. Uyumlu ve sempatik bir fıtrat.. İyiden iyiye genci süzmeye başlamış.
Kendi kendine: “Bu gençte bir asalet var. Bu gençte çok farklı bir sima, çok büyük bir istidat ve kabiliyet var.
Bu istidat bu beldenin değil.. Bu beldede böyle bir çiçek açmaz, bu beldede böyle bir çiçek yetişmez. Bu ana ve babadan böyle bir çocuk doğmaz.” demiş.
Gencin yanına iyice yaklaşmış, boynuna dikkat etmiş, boynunda bir kolye olduğunu görmüş.
-“Şu boynundaki kolyeye bakabilir miyim?” demiş.
Almış kolyeyi.. Bakmış, kolye şifreli ve çok antika.. Sultanlara yakışır kıymette.
Kolye kalp şeklindeymiş. Şifreyi çözmüş kolyenin içini açmış.. İçinde bir yazı varmış.. Yazıyı okumuş.. Üç kıtaya yedi iklime hükmeden o meşhur sultanın mührünü görmüş.
Gence:
-“Bu kolye kimin?” diye sormuş. Genç tereddütsüz:
-“Benim!” demiş. O hâkim zat:
-“Bu kolyeyi sana kim verdi, kimden aldın?” diye sormuş.
Genç:
-“Ben kendimi bildim bileli bu kolye benim boynumda!” demiş.
Gence:
-“Sen okuma yazma bilir misin?” diye sormuş. Genç:
-“Hayır, bilmem!” demiş.
-“Peki, senin anne ve baban okuma yazma biliyor mu?’’
-“Hayır, onlar da okuma yazma bilmez!”
-“Bu kolyeyi kim sana takmış, bundan da haberin var mı?’’
-“Haberim yok..! Fakat annem ve babam, ben bebek iken bile bu kolyenin boynumda olduğunu söylemişlerdi.” demiş.
O hakim zat.. Feraseti ile meseleyi anlamış. Ellerini sakalına atmış düşünmeye başlamış, bir müddet sonra:
-“Şimdi mesele tamam, Sır anlaşıldı, düğüm çözüldü!” demiş.
Genç şaşırıp kalmış, hiçbir şey anlamamış. Merak içinde o zatın yüzüne bakmış.
-“Ben hiçbir şey anlamadım. Sır nedir? Düğüm ne?” diye sormuş.
O zat, gence:
-“Gel yanıma evladım, gel! Çok önemli bir sırrı sana açmak istiyorum. Kâinat çapında bir sırrı senin kulağına dökmek istiyorum!” demiş.
Genç, iyiden iyiye şaşırmış Merak ve heyecan içinde:
-“Buyurun sizi dinliyorum!” demiş.
–“Evladım, biliyor musun, sen kimsin? Evladım, biliyor musun sen kiminsin? Evladım, biliyor musun sen kime aitsin?”
Genç afallamış, iyiden iyiye şaşırmış kalmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Tereddüt ve merak içinde:
-“Efendim, ne demek istediğinizi anlayamadım!” demiş.
O Kâmil zat:
-“Evladım eğer okuryazar olsaydın, bu sırrı çözer, bu hakikati anlardın ama okuryazar olmadığın için o kolyeyi okuyamadın, o yazıların ne anlama geldiğini bilemedin. Şimdi ben sana o yazıları okuyacağım, o sırrı sana söyleyeceğim. İyi dinle beni evladım!” demiş.
Genç heyecanla:
-“Bütün dikkatimle sizi dinliyorum! Demiş.” Kâmil zat:
-“Evladım, sen yedi iklimin, üç kıtanın hakimi olan o muhteşem sultanın oğlusun.. Künyende gerçek kimliğin yazılı.. Bak.!” demiş künyeyi açmış içindeki yazıları gence göstermiş.
Genç bir şok yaşamış, bu haber karşısında heyecanlanmış, bayılmış, yere yığılmış. Kâmil zat, gencin yüzüne su vurmuş, ayıltmaya çalışmış. Üç beş dakika sonra genç gözlerini açmış.
O zat:
-“Kalk evladım! Sırrı işittin, haberi duydun. Artık sana bu beldelerde yaşamak yakışmaz. Asıl vatanına, atana, babana dön. Durma, haydi..! O haşmetli sultan seni bekliyor. Dön ait olduğun merciye, dön sarayına, dön sultanına.! Aman evladım, sakın haa..! Vesvese etme, sakın haa..! Şeytana uyma.! Sesime kulak ver! Sözüm doğrudur, beyanım haktır benim!” demiş.
Genç bir tercih yapmak durumundaymış. Eğer söylenenlere inanırsa, bir anda göçebe çadır hayatından saadet saraylarına, payitahta dönecek, büyük bir devlete, akla ve hayale sığmayan bir ikbale sahip olacakmış.. Yok eğer bu sese kulak vermez, kulağını kapatacak olursa bir ömür boyu göçebe çadırında zillet ve meskenet içinde yaşayarak, o devletten, o intisaptan ve o büyük servetten mahrum kalacakmış.
Akıbet; ya saadet sarayı, ya da çadır hayatı olacakmış.
Akıl ve kalbi, mantık ve muhakemesi, vicdan ve murakabesi “O sese kulak ver!” diyormuş. Ama nefis ve şeytanı, his ve hevası da ona sürekli vesvese veriyor. “Sen kim, o saltanat kim?” diye kulağına fısıldıyormuş. Kendi kendine. “Ya şu haber gerçek değil, bir hayal ise; o zaman ne olacak benim halim? Bu antika kıl çadırımı kaybetmiş olacağım.!
Heyhat..! Her şey elimden çıkacak..! Atım, merkebim, koyunlarım, keçilerim..! Ben bu beldeleri terk edersem kim bakacak benim koyunlarıma? Atıma binemeyeceğim, merkebime odun yükleyip, önüme katıp çadırıma götüremeyeceğim..! Keçilerim sahipsiz kalacak, kırlarda dolanıp duracak, belki de kaybolacaklar..! Bu servetlerimin hepsi tek tek elimden çıkacak..! Sahipsiz bir gariban gibi ortalıklarda kalacağım.. Gezdiğim çöller bana haram olacak, yüklendiğim gevenler, topladığım çalılar, otlar elimden uçup gidecek! Bitip mahvolacağım..!” diye mırıldanmaya başlamış.
Bu bir imtihanmış o genç için.. Çok ciddi bir imtihan..
Tercihini yapacak, düşünecek, karar verecek, iradesini ortaya koyacak bir imtihan..!
Evet, akıbet çok önemli, mesele çok ciddiymiş.
Ya inanacak? Ya da inkâr edecek?
İnanırsa belki üç-beş keçiyi, birkaç koyunu kaybedecek, onlara mukabil saadet saraylarında hadsiz, nimetlere kavuşacak!
İnanmazsa, hiçbir kazancı olmamakla beraber sonsuz bir devleti de kaybedecek..!
Evet evet… Neticeyi kendi iradesi belirleyecek..! Sadece kendi iradesi..!